22 Mayıs 2015 Cuma

Cuma, Mayıs 22, 2015 - No comments

İşinizi Kaybetmeye Hazır mısınız?

Konu ne zamandır aklımda idi. Nedense tam da işimden istifa ettiğim bu mayıs ayında yazasım geldi :)

Beynimizdeki inkar mekanizması sağlıklı yaşayabilmemiz için müthiş bir savunma sistemi. Beynimiz Apaçık gerçekleri deforme edip, yamultup, hazmedebileceğimiz küçük yalanlara dönüştürmeseydi, dünyamız koca bir tımarhaneye dönerdi.  (Hmm, şu anda da dünyamızı böyle benzetenler olacaktır, hayır gerçek bir tımarhaneden bahsediyorum) Bu yüzden sınavdan sıfır alınca "hoca sıfır verdi", 100 alınca, "100 aldım" diyoruz. Bu içgüdüsel bir davranış. Olumsuz durumlarda başkasını suçla, olumlu durumlarda olayı sahiplen.

Bu, çoğu zaman gerçekleri bir bütün olarak görmemizi engelliyor. Gerçekler apaçık gözümüzün önündeyken dahi bu bahsettiğim mekanizmalarla onu görmezden gelebiliyoruz. Lise zamanlarında uzun zamandır birlikte olduğum kız arkadaşımı bir ihbar üzerine  ıssız bir ağaçlık altında, beyaz bir şahinin içinde, bir delikanlı ile müzik dinlerken yakalamıştım. Aşıktım ve beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Kız arkadaşım gayet sakin beni kenara çekti, zor bir dönem geçirdiğini, ailevi sorunları olduğunu, içerideki delikanlı ile sadece arkadaş olduklarını tabi ki beni sevdiğini söyleyip beni yolculadı. Ben de gayet rahat, "oh be bir şey yokmuş işte" diye rahat bir nefes almıştım.
Aşkım Bugün de Mesaiye Kalmış!
İnsanlar da  çoğu olayda aynı benim gibi gerçekleri değil, olmasını istediğini görüyor.  Türkiye'de aynı kaptan yemek yiyenlerin oranı %63. Yabancı dil bilenlerin oranı %9 , Eğitime harcanan hane bütçesi %2, Kültüre harcanan hane bütçesi %3 iken  hala seçimler için heyecanlananlar var mesela.  Çok basit bir gerçek var, size mutlu bir gelecek hayali satanlara inanmayın.  Ancak maalesef inanmayı seçiyoruz. Tatlı tatlı gelecek hayalleri hedef 2023'ler derken kendimizi kaptırıveriyoruz.

Dizisi ile cümle vatandaşımızın tarihçi kesildiği Muhteşem Süleyman döneminde, Avrupa'da ortaya çıkan matbaa, hattatların işsiz kalacağı gerekçesi ile 280 yıl boyunca memlekete sokulmadı.  Bunun sonuçlarını bugün hepimiz görebiliyoruz. Evrenin bilinen yaşına göre küçücük sayılsa da insanlık tarihimiz, teknolojiye, değişime uyum gösteremeyenlerin yok olduğunu acı tecrübelerle bize anlatıyor.  Hattatlar modern matbaa ile birlikte azalıp yok oldular ama yaptıkları lobi faaliyetleri batı ile aramızda bugün dahi  kapayamadığımız onlarca yıllık  bir zamana sebep oldu.

Hattatlar, at arabacıları, yorgancılar ve geçmişteki onlarca meslek tarihin tozlu sayfalarında yok oldu. Bugün sembolik olarak varlar.  Üzgünüm ki kaybolan meslekler yükselen bir ivme ile artacaklar. Dünyanın en büyük alışveriş sitesi Amazon bir çok pervanesi olan bir çeşit oyuncak helikopter diyebileceğimiz drone'larla  ürün teslimatının testlerini yapmaya devam ediyor. Sonuçlar çok olumlu. Kuryelere acı haberi verin.
Google'ın başlattığı ve çoğu otomobil devinin geliştirmeye devam ettiği sürücüsüz otomobiller artık yollarda görünmeye başladı bile. Hayatımıza girmeleri çok yakın. Hem de kavga etmiyorlar, bir kuyruğa soldan gelip araya kaynamıyorlar, bıçakları beysbol sopaları yok, yorulmuyorlar, uyumuyorlar, sinyal vermeyi biliyorlar, trafik ışığı sarıya dönerken kornaya abanmıyorlar, kulağa dayalı telefonla konuşup, bir eliyle  camdan sigarasını sallandırıp diğer eliyle arkadan gelen paraları toplamıyorlar. Şoförlere acı haberi iletin.
Geleceğin Multitasking Robotları
Bugün bile çoğu özel hastanede temel teşhis ve muayeneler için makinalar var. Elektrotları taktığınızda tüm temel göstergelerinizi ortaya koyuyorlar. İnternet bağlantısı ile uzman doktor ile video konferans yapmanızı sağlıyorlar. Hiç de her ölçtüğünde farklı tansiyon değeri bulan hemşireler gibi değil, hatasız çalışıyorlar. Devasa bir sektör hemşirelere ve doktorlara değil buradaki makinelere yatırım yapıyor.  Daha bu ayın başında bilişim ve sağlık sektörü bir araya geldi. Onlarca robot tanıtıldı. Meraklıları : http://saglikbilisimzirvesi.org/ 'u ziyaret edebilir.   "Aile hekimleri Cumartesi çalışsın mı çalışmasın mı" tartışması yerine buralara kafa yormak daha doğru gibi.  Artık daha az sayıda ve daha nitelikli doktorlara ihtiyacımız olacak.  Para kazanmak istiyorlarsa dönüşmeliler, robotlarla anlaşmanın bir yolunu bulmalılar. Doktor ve hemşirelere acı haberi verin.
Ülkemizde binlerce avukatın iş yükünün neredeyse tamamı, Amerikan filmlerindeki gibi sizi sadece onun söyleyebileceği bir takım argümanlarla savunmak yerine, korkunç bürokrasinin kurallarını yerine getirmekle geçiyor. Yani nufus cüzdan suretleri, ikametgahlar, vekaletnameler, beyannameler, dosyalar, yazılar, imzalar, mühürler ile… Bütün uğraşın çoğunluğu üç ay sonraya tarih alınan ve en fazla 5 dakika sürecek olan mahkemeye belgeleri doğru sunabilmek.  Sizce bunun için yıllarca okumaya gerek var mı? Daha da can alıcı soru, bunun için insanları kullanmaya gerek var mı? Tüm bürokrasi, merkezi bir yazılımla birden yok olabilir. Bugün savcılıktan alınan sicil kaydını e-devlet internet sitesinden 30 saniyede alıyorum. 10 sene önce yarım gün başvuru, yarım gün de teslim şeklinde bir günümü harcıyordum. Net bir gerçek var ki, bu kadar çok avukata değil, doğru kodlanmış güvenli bir yazılıma ihtiyacımız var.  Böylece avukatlar da ofisboyluğu bırakıp, sayılarını çok çok çok azaltıp, gerçekten adli hataları engellemeye yönelik iş tanımlarını oluşturup memleketimizde nadir rastlanan bir olgu olan adalet  konusunda kafa yorup sıradan işleri bırakabilirler.

Biz her şehre bir üniversite hedefi ile her gün içi boş üniversiteler açmaya devam edip duralım. Bugün en bilinen ve muteber lisans programlarından biri olan bilgisayar mühendisliğinin tüm ders içeriğine, hiçbir üniversiteye kaydolmadan, sadece internet ile ulaşabilirsiniz. Bunun farkına varamayıp şehir üniversitesi konsepti ile apartman dairelerine dahi üniversiteler kuruyoruz.  Yılmazoğlu apartmanı, no:10  şeklinde üniversite adresi var bu ülkede, insan dilekçeye adres yazmaya utanır.  Bu üniversiteler ve içlerindeki hocaların, değişmedikleri, dönüşmedikleri sürece gelecekte işe yaramayacaklarını kolayca varsayabiliriz.

Tabi, insanlar bu tip öngörüleri duyunca, bir gün aniden belirli mesleklerin yok olacağı gibi bir izlenim ediniyor ve buna inanmamayı seçiyorlar. Tabi ki böyle bir ani yok olma olmayacak. Yavaş yavaş hissedilen bir dönüşüm yaşanacak. Tıpkı evrim gibi. Evrimden farkı gerçekleşmesi için milyonlarca değil, birkaç on yıla ihtiyaç duyması.

IT satıcılığının kaderi de üstte saydıklarımızdan farklı değil.  Kapı kapı, müşteri müşteri dolaşıp, "merhaba, biz kilo ile IT satıyoruz. Megabaytını 10'dan veriyoruz. Sizin ne kadar ihtiyacınız var" dönemi hızla bitiyor. Müşterilerin IT satıcılarını dinleyecek vakitleri yok.  Müşteriler artık en iyi çözümü, en optimum maliyetle nereden alacaklarını keşfetmek için interneti kullanıyorlar. IT hızla globalleşiyor.
Holdinglere özel firewall
10 sene önce bir adet kullanıcı bir adet Microsoft Office ürünü satın aldığında, Müşteri - İşortağı/bayi - Distribütör - Microsoft şeklinde bir faturalaşma söz konusuydu.

Microsoft dahil, dünyadaki en büyük yazılım firmaları, dünyadaki en küçük müşteri birimi olan bir insana fatura kesebiliyor bugün. Çoğu yazılımı internetten, direkt olarak üreticisinden alabiliyorsunuz. Aradaki, distiribütör, bayi, çözüm ortağı gibi katmanlar kendilerini çok iyi sorgulamalılar.  Mecburen dönüşecekler. Sadece ilgili IT çözümünü müşteriye ulaştırma görevleri bitecek. Eğitim, danışmanlık, sosyal network, uyum vb bir çok konuda kafa patlatmaları gerekiyor. Azalacaklar. Bu dönüşümü hızla  gerçekleştiremeyenler yok olacak. Basit bir gerçek var. Rüzgara karşı işerseniz takım elbisenizi pisletirsiniz.

Robotlar, yapay zeka, devasa yazılımlar ve otomasyonlar sıradan, çağımız ile uyumsuz hale gelen her türlü mesleği elimizden alacaklar.

Bitirirken bir de işin uzmanına kulak verelim: İşgücü darlığından oluşan global bir kriz kapımızda. Tüm dünyada işgücü, verimlilik ve disiplin  konusunda haklı bir üne sahip olan Almanlardan ünlü bir danışman olan Rainer Strack'ın Küresel işgücü krizini teşhisi ve çözüm önerisini anlatan şahane TED konuşmasını izlemenizi öneriyorum. (türkçe altyazı mevcut)  2030 yılına geldiğimizde gelişmiş ülkelerdeki işgücü ciddi bir göç almazlarsa durma noktasına gelecek. Bu işin bir boyutu. Ancak durum göç etmeye dünden razı 3. dünya ülke vatandaşları için o kadar da cazip değil.  Artık musluk tamirciliği, inşaat işçiliği, pompacılık işe yaramıyor. CNC operatörü, mekatronik uzmanı, veri analisti  gibi teknoloji trendleri ile içiçe geçmiş mesleklere sahip olmanız gerekiyor. Kültürel problemler de cabası.

Tekrar soruyorum: İşsizliğe hazır mısınız?
Saçım şekil önümden çekil
Not: Konu ilhamını ve bazı istatistiki verileri düzenli olarak takip ettiğim internet ekipler amiri   M Serdar Kuzuloğlu'nun şahane blogundan aldım. 
devamını oku

25 Nisan 2015 Cumartesi

Cumartesi, Nisan 25, 2015 - 2 comments

İş Hayatında Oturma Biçimlerine göre Toplantı Taktikleri

İş hayatında oturma düzenlerinin büyük çoğunluğu bilinçli olarak yapılmıyor ama nasıl beden dilimiz biz istemeden bizim hakkımızdaki bilgileri karşımızdakine veriyor ise oturma düzenleri de böyle.  Diplomaside oturma düzenlerine  çok önem verilse de iş hayatında kerhen uygulanan çok dikkat edilmeyen aşağıdaki gibi geyik çevrilecek bir konu haline geliyor. Oysa çok önemli. Bazen ciddi krizlere sebep olabiliyor. Örneğin yakın zamanda İsrail ile yaşanan bir alçak koltuk krizini hatırlıyorum: İlgili Haber 

Çok oturma düzeni var ancak en çok karşılaştığımız 3 türünü inceleyeceğiz:

1)Yuvarlak Masa Toplantıları 
Taa, Kral Arthur ve şovalyelerinin sürekli yaptığı yuvarlak masa toplantılarından beri  aynı mesajı simgeler. Etrafına oturan herkes eşittir.  O yüzden business ortamlarında çok kullanılmaz :) Çünkü business ortamları tam olarak bir vahşi ormandır ve vahşi ormanda hiçbir hayvan birbirleri ile eşit değildir. Güçlü olan kazanır.
Ancak, iş hayatında olmasa da fiskos masası adı ile ev kadınlarının dünyasına girmiştir.
Proje toplantıları bu masalarda yapılabilir. Çünkü var olan bir projede artık alıcı/satıcı rolleri yerine herkesin eşit olduğu ve aynı amaçla (projenin bitirilmesi) çalıştığı proje çalışanları  gelir. Daha samimi daha içten daha direkt bir ilişki vardır etrafında oturanlarca. Diplomaside sıklıkla kullanılır. Güzeldir yuvarlak bir masada oturmak.
Ak Saray'daki 2 Dönümlük Yuvarlak Toplantı Masası

2) U ya da Dikdörtgen Masa Toplantıları
İki taraf vardır, birbirleri ile müzakere ederler.  Tarafların hakları eşittir.  Demokratik bir ortam sağlanmıştır. Pazarlıklar genellikle bu tip masalarda yapılır. Masanın başında da her iki tarafa da eşit davranacak olan bir başkan moderatör amacı ile bulunabilir. Müşterinizle kalabalık bir toplantı yapacaksınız ve sizde 2 kişi müşteride 4 kişi var diyelim. 6 kişi hurra toplantı odasına daldınız. İçgüdüsel olarak iki kişi bir tarafa 4 kişi karşı tarafa geçecektir. Bu  alt beynimizde kayıtlı çok eski bir güdü. Dinozor/düşman karşımıza çıkınca hemen yanyana toplaşıp ona karşı birleşme duygusu iş hayatında böyle tezahür ediyor. Safımızı seçiyor, müttefikimizin yanında oturuyor başlıyoruz düşmana saydırmaya.


3) Müdür Makamındaki Toplantılar
Müdür/patron/başkan vardır. Karşısında da 1 ya da 2 kişiden oluşan onun misafiri olur. Eşit bir ortam değildir. Başkan oturma düzeni ile misafirini ezer. İlk olarak müdür daha yüksektedir aynı zamanda direkt misafirlerine karşıdır ve onlara bakar. Misafirleri ise daha altta ve doğrultu olarak başkana adeta yanaklarını uzatmışlardır.  Bir şey söylemeleri gerektiği zaman kafalarını çevirip söylemek zorundadırlar. Aralarında müzakere, rekabet, tartışma değil, misafir/evsahibi ilişkisi vardır.  Bu tip bir oturma düzeninde pazarlık yaparsanız günün sonunda pişman olma olasılığınız yüksektir. Sizden beklenen, çayınızı kahvenizi içmeniz, hal hatır sormanız, iş konuşacaksanız da kabaca/yüzeyselce bahsetmeniz ve bir an önce gitmenizdir. Eğer mesajları almayıp işi uzatırsanız müdürün telefonları çalmaya başlar.



Mevzuat böyle. Fazla önemli bir konu olarak gözükmeyebilir ama bu detayları  bilirseniz anlatacağım bu örnekteki gibi ciddi  iletişim kazalarından kurtulabilirsiniz.   Şöyle ki, 3-4 sene önce, çalıştığım isyerindeki ofisimizde,  sert geçeceği belli olan bir toplantı planlamıştık. Müşteri ile aramızda pürüzler vardı. İki tarafın da haklı olduğu konular vardı ama müşteri elbette ezeli olarak haklıydı ve bizi zor durumda bırakabilirdi.  Toplantı odasında girişte  müşterinin, dikdörtgen masanın karşısına geçip orada siper kurmasına fırsat vermeden ilk oturan kişinin yanına oturuvermiştim.  İkinci kişi mecburen karşıya oturmak  zorunda kaldı. Sonradan gelenler de sistemi görüp yadırgasalar da mecburen tamamen karışık dağıldılar masaya. Akabinde dozu gayet düşük bir tartışma yaşadık. Çünkü coşup gaza gelecek bir taraf/siper yoktu. Kızan adamın hemen yanında oturuyordum ve kafasını 90 derece dönüp, el kol hareketleri ile etkili bir şekilde kızamıyordu bile. Ayrıca Bilgisayar ekranını dahi görüyordum, bu ister istemez olaya bir samimiyet katıyor, durum sertleşemiyordu.  O yüzden sert tartışmalarda durumu yumuşatmak için safları karıştırmayı deneyebilirsiniz. Yuvarlak masanız varsa orada toplantı yapmak da bir çözüm olabilir. Her şeyin bir şeyi var ltd şti gururla sunar...
devamını oku

13 Mart 2015 Cuma

Cuma, Mart 13, 2015 - , 1 comment

Internet Of Things (Nesnelerin İnterneti)

Ülkemizde çeviriden de kaynaklı "Şeylerin interneti" diye de söylenegeldi bir süre. Şimdi daha çok "nesnelerin interneti" olarak duyuyoruz. Aslında canlıların kendi aralarında yaptıklarının dışındaki tüm iletişime "internet of things" yani "nesnelerin interneti"  diyebiliriz.

M2M yani "Machine to Machine", yani makinelerin iletişim kurması da konuyu tamamlayan kavramlardan biri. Tabi makinelerin iletişimi deyince, yapay zeka, MatrixSkynet, T1000, şeklinde düşünce silsilesine sebep olup evdeki su ısıtıcısına , "zamanı gelince bu beni haşlayacak kesin" diye düşmanlık besleyerek konumuzdan sapabiliyoruz. O yüzden "cihazların iletişimi" demek konuyu daha doğru bir noktadan  kavramamızı sağlıyor.

Nesnelerin İnterneti bugün en popüler IT trendlerinden biri. Esasında yıllardır olanaklarından faydalanıyoruz. Araç takip sistemleri örneğin, bizim gibi benzin fiyatının rekor düzeyde olduğu ülkelerde çok ileri düzeyde kullanılıyor. Yaklaşık 10 senedir araç takip çözümleri ile haşır neşiriz. Sigara paketi boyutlarında bir araç takip modülü araca takılıyor.  GPS modülü  ile en az 3 uydudan konumunu belirleyip, bu konumu üzerindeki simkart ile merkezi yazılıma sürekli gönderiyor.  Bu kadar basit bir yöntem ile, şirketin idari müdürü, tüm araçlarının yerini, kimin hangi aracı ne zaman çalıştırıp durdurduğunu, benzin tüketimini vb bir çok konuyu kolayca halledebiliyor, maliyetlerini ciddi oranlarda düşürebiliyor. Türkiye'de araç takip sistemlerinin %7 ile % 12 arasında benzin tasarrufu yaptığı istatistikleri var. Genellikle yapılan yatırım maliyeti en geç 1 yılda çıkarılıyor. Diğer faydaları bir yana sadece bu bile müthiş bir verimlilik ve tasarruf örneği. Bu tasarruf nesnelerin interneti ile mümkün oldu.

Nesnelerin internetinin özünde bu iletişim var. Yıllardır yüzlerce cihaz bu şekilde iletişim kuruyordu zaten. Son yıllarda özellikle mobil operatörlerin tamamen M2M'e yönelik sim kartlar ve hizmetler üretmesi ile, ayrıca bu konudaki çözümler konuşuldukça ihtiyacın belirginleşmesi gibi sebeplerle şu sıralar tüm dünyadaki bilişim trendlerinin başlarında gösteriliyor.

Bireysel kullanıcılar Internet of things'i akıllı telefonları sayesinde daha rahat kavrayabilir. Şu an bir akıllı saat alırsanız, akıllı telefonunuz ile konuşuyor olacak. Böylece çalan çağrıyı saatinizden cevaplayıp, çağrı kaydı, ajanda, e-posta vb kritik bilgileri saatinizden görebileceksiniz.  Şu an akıllı telefonunuz ile konuşup kan/şeker tahlili yapan, tansiyon ölçen minicik akıllı cihazlar var.
Halâ evlerimizde bulunan elektrik, su, doğalgaz vb tüm sayaçları her ay gelip okuyan ve bunları belirli elektronik sistemlere elleri ile giren insanlar var. Sayaç sayısı ile çarparsanız bu korkunç bir iş yükü, korkunç bir verimsizlik örneği. Çok net ki önümüzdeki yıllarda böyle bir iş olmayacak. Artık akıllı sayaçlar, üstünden geçen bütün bu değerleri merkeze otomatik olarak gönderiyor hatta güncel kampanyalara göre belirli saatlerde beni yönlendiriyor bile.  artık. Mesele sadece ilk yatırım maliyeti ve bunu kimin nasıl yapacağı?

Minority Report / Azınlık Raporu
Perakende başta olmak üzere bir çok sektör müşteriyi daha mağazanın içine girmeden tanımak istiyor. MinorityReport / Azınlık Raporu'ndaki Tom Cruise'un AVM'ye girdiğinde, bir çok elektronik sistemin onu tanıyıp ona ismiyle hitap edip "hoş geldiniz Mr. Anderton" demesi kadar olmasa da Beacon denilen Bluetooth teknolojisi ile müşterileri akıllı telefonlardan tanımak mümkün.  Apple ibeacon, Google ise PhysicalWeb projesi ile bu teknolojiyi ilerletme ve kendi marka çıkarlarına göre yönlendirme peşinde


Akıllı ev konsepti ile üretilen bir evde kapınızı parmak iziniz ya da telefonunuz ile, ışıkları ses komutları ile açıp, evinizi siz gelmeden bir süre önce ısıtabilir, buzdolabında biten yumurtanın bilgisini eve gelmeden önce e-postanızda görebilir, fırının içinde pişen tavuğu salonda akıllı telefonunuz ekranından görebilir, evin her odasını kameralarla izleyebilirsiniz.

Uçakta bavul kaybetmek modern insanın kabuslarından biri. Çözümü 20-30 $'lık basit bir GPS izleyici. Aynı yöntemle, en değerli varlıklarımızı, çocuklarımızı, alzheimer hastası babamızı, evcil hayvanlarımızı izleyebiliyoruz.

Nesnelerin internetinin bu nimetleri  zaten hazmettiklerimiz. Gelişmeler ise baş döndürüyor. Bundan 10 sene önce infrared/kızılötesi arabirimi olan iki telefonu aynı hizada ve yan yana tutup, rehber aktarımı yapınca kendimizi Einstein gibi hissediyorduk. Bugün nesnelerin interneti trendi ile birlikte geliştirilen çözümlere bakınca yapılacakların sonsuzluğunu anlayıp gene mütevazi, cahil ilk insan halimize geri dönüyoruz. Teknoloji ruhumuzu da şekillendiriyor.
Örneğin Google'ın başını çektiği  sürücüsüz otomobil. Ya da neredeyse tüm büyük otomotiv üreticilerinin üzerinde çalıştığı birbirleri ile iletişim kuran otomobiller. Birbirlerine olan uzaklığı ölçen, yollardaki işaretleri çizgileri okuyan, güncel trafik bilgilerini, meteoroloji bilgilerini kendi başlarına öğrenip tüm bilgileri harmanlayıp karar veren otomobiller.  Çocuğunuzun okul servisini Türkiye'deki bir servis şoförüne mi emanet edersiniz yoksa Google'a mı? Sanırım önümüzdeki yıllarda çokça tartışacağız.

Microsoft’un geliştirmekte olduğu Halolens, arttırılmış gerçeklik konseptinde , kafamıza takacağımız bir başlık ile  etrafımızdaki nesnelerle elektronik iletişim kurmamızı sağlıyor. Masanın üstündeki bir nesneyi ona dokunmadan parmak hareketlerinizle büyütüp, evirip çevirebilirsiniz. 10 yıl sonraki ev hanımları nasıl gün yapacak merak ediyorsanız mutlaka videosunu seyredin.

Bugün trafikteki insanların büyük bir kısmı Yandex, Google, Bing gibi uluslararası harita/trafik/navigasyon sistemleri ile hareket edip yollarına karar veriyor. Gideceğiniz yeri yazıyorsunuz, akıllı telefonunuzdaki uygulama an az trafikli ve kısa rotayı size gösteriyor. Bu sistemler takvimlerimiz ile konuşup herkesin rotalarını öğrenip  o günkü potansiyel trafiği de dikkate aldığında belki de bize o randevuya gitmememizi önerebilecekler. Hatta karşı tarafla randevu belirlerken takvimlerimizdeki boş/dolu bilgisi dışında o tarihteki potansiyel trafik ve hava durumu da otomatik gözüküp randevumuza etki edebilecek.

Yıl 2050’yi gösterdiğinde dünya nüfusu bugünkünden 3 milyar daha kalabalık olacak ve her 10 kişiden 7’si şehirlerde yaşayacak. Bugün bile trafik başımızın belası iken 35 yıl sonrasını az çok tahmin edebiliyorsunuzdur sanırım. Bugün büyük iş merkezlerindeki asansörlerde 5 dk'dan fazla asansör bekleyebiliyorsunuz. Yeni nesil asansörlere  gideceğiniz katı bindikten sonra değil, binmeden önce yazıyorsunuz, o kendi hesaplarını yapıp kimleri en kısa sürede alıp taşıyacağına karar veriyor. Yolu sizin gideceğiniz kata uygun değilse başka asansöre yönlendiriyor. Otostopçunun Galaksi Rehberi'nden hatırladığımız varoluşçu asansörlere hızla yaklaşıyoruz sanırım.  O yüzden asansöre o kata gideceğim bilgisi, aslında binaya girerken beni akıllı telefonumdan tanıyacak bir access point ile otomatik olarak verilebilir aslında. Böylece asansör önünde beklemem.

Yapılan araştırmalara göre bugün internete 10-11 milyar cihazın bağlı olduğu tahmin ediliyor ve bu rakamın 2020 yılına gelindiğinde 50 milyar cihaz seviyesine çıkması öngörülüyor. Bu yüzden kısa bir zaman önce tüm dünyada  artık sonunu görmeye başladığımız IPV4'den uzunca bir süre her türlü cihazın ip alabilmesini sağlayacak IPV6 sistemine geçiş gerçekleştirildi. Bu yüzden kısıtlı olanakları ile çizgi barkodlar yerine çok daha büyük bir kapasite sunan karekod sistemine geçiş yapılıyor. Bu yüzden operatörler artık Skype/Viber vb alternatifleri ile bedava yapabildiğimiz ses görüşmeleri yerine data iletişimine yatırım yapıyorlar. Bu yüzden Facebook, Microsoft,  Amazon, Google vb büyük markalar, uçanhava balonlarından tüm dünyaya internet erişimi sağlamak dahil nice  cin fikirler peşindeler.

Evler ofisler, şehirler yollar, makineler cihazlar tümü birbiriyle konuşacak.  Güvenlik, Takip izleme, Akıllı evler, Lojistik, Temiz Doğa, Ulaştırma, Ödeme, Sağlık, Uzaktan Bakım ve kontrol, Ölçme, Kullandığımız cihazlar ve şu an aklımıza gelmeyen her türlü konuda, kullanılan tüm cihazlar başlangıçta basit akabinde karmaşık komutlarla birbirleri ile haberleşecek. Daha tembel olacağımız kaotik bir dünya bizi bekliyor. 
Keanu Reeves - Johnny Mnemonic
Sanırım nesnelerle nesnelerin iletişiminden sonra sırada nesnelerle canlıların daha organik yöntemlerle iletişimi var  Giriş için David Cronenberg'in  göbek kordonu ile multiplayer oyun oynanan filmi Existenz ve Keanu Reeves'in beynini bir flash disk olarak kullandığı 1995 yapımı Johnny Mnemonic filmlerini tavsiye ediyorum. Cyberpunk ve Biopunk eserlerini de daha dikkatle izlemenin zamanı geldi :) Dünyamızı on yıllarca önce şekillendiren, Aya gitmeden 100 yıl önce “Aya seyahat”i yazıp ufkumuzu açan billimkurgu yazarlarına da selam yollamayı ihmal etmeyelim. Sanki biraz onların zihinlerinde yaşıyormuşuz gibi… 
devamını oku

7 Şubat 2015 Cumartesi

Cumartesi, Şubat 07, 2015 - , No comments

Kişisel Gelişim Kitapları (Bu işte Güzel Para Var)

Gelin yamacıma bakın neler anlatıcam. Sen sen, işyerindeki masanda hep görünür yerde sürekli birkaç kişisel gelişim kitabı tutan messai, sen de gel. Ferrarisini Satan Bilgeler, The Secret'cılar, "X insan olmanın 10 yolu" müridleri,  hepiniz gelin.

Merak etmeyin, kişisel gelişim kitapları ile doğrudan dalga geçip yüzeysel yorumlar yapmayacağım. Öncelikle kişisel gelişim kitapları ile olan ilişkimden başlayayım. Kişisel gelişim kitaplarına "Salak mısınız kardeşim, para tuzağı bunlar" şeklinde ön yargılı yaklaşan biri  değilim.  Ancak gene de aramızda mesafeli bir ilişki var.

İlk sloganım şu: Kişisel gelişim kitaplarını okuyup, söylenenleri özümseyip, bu doğrultuda hayatınızda olumlu değişiklikler yapmanız  mümkün. 

Ama hayatım, sen maalesef öyle bir değişiklik yapamayacaksın.

Sakin ol, hepsini anlatacağım:

Çeşit çeşit kişisel gelişim kitabı var. Genelde bu kitapların makbul olanları, hayatın sırlarını sana direkt olarak maddeler halinde verenler değil, kitaba, hikayeye, kıssalara, karakterlere, olaylara, azar azar yedirenler, simgesel anlatımın kolpalarından yararlananlardır ve çoğunun içinde bu anlamda bir olay örgüsü, bir hikaye, bir giriş-gelişme -sonuç bulunur. Ne kadar basitse o kadar tutar. Anasının her gün onu işe gönderirken "allah zihin açıklığı versin yavrum" lafını takmayan messaimiz, kitaptaki  "open your mind" sloganı ile heyecanlanır.

Hepsi de "sevdiğin işi yap" diyor. E ben günde en az 2 film, 3 dizi seyredip, en az 4 saatlik oyun oynayacağım bir iş göremiyorum etrafta. KPSS'ye girdik orda da yok. Hmm sanırım yanlış bir yerde yanlış soruları soruyorum.

Bu kitaplar en kolpa olanından az kolpa olanına doğru bir skala oluşturuyor. Az kolpa olanlar az okunurken, çok kolpa olanlar çok okunuyor. (Neredeyse tüm ticari ürünlerde olduğu gibi)

Mesela "Ferrarisini Satan Bilge"yi inceleyelim. Okumayanlar bile ismini biliyor, ne kadar isabetli bir kitap ismi değil mi? Sanırım içine keloğlan masalları bile yazılsa olurmuş. Bu kitap ilk çıktığında (10 sene mi olmuş, piiuu!) nerden buldum bilmiyorum okudum 1-2 günde. Daha önce de bir çok benzer kişisel gelişim kitabı okuduğum için objektif  bir karşılaştırma yapabildiğimi düşünüyorum. Rahatlıkla diyebilirim ki Ferrari'sini Satan Bilge  bu kolpa skalasındaki en alt noktayı temsil ediyor. Çanak sorular, kötü bir edebiyat ve rezil bir mizah ile iki kişinin konuşmalarından ibaret bu kitabı okumak yerine, sokağınızdaki inşaatı yarım saat seyrederseniz  kendiniz, memleket, dünya, evren ve her şeye dair daha tatmin edici yanıtlar bulabilirsiniz.

Esasında Ferrarisini Satan Bilge'den bile alınacak dersler var ancak çok üzgünüm ki, sen;  bu kitabı binbir umutla satın alan ve muhtemelen iş hayatının hiyerarşisinde boğulan sen,  bütün zorlukların çözümünü, drajeler halinde satın alıp yutmak isteyen zavallı messai. Üzgünüm ama bu kolaycılığın devam ettikçe hiçbir zaman kişisel gelişimini tamamlayamayacak ve daima güdük kalacaksın. Sen daha dur, şimdilik kitabın parası olan 10 tl ve zaten sürekli geçirmeye çalıştığın bir miktar zamanın gitti, bak daha ileride başına neler gelecek…

Bu kitaptan (ve benzerlerinden) çıkarılacak en önemli derslerden biri yazarı Robin Sharma’nın zekasıdır. Hedef kitleye doğru ürünü verip voliyi vuran insanları çok takdir ediyorum. Hayatındaki dertleri belirli bir para verip (bu kitap için 10 TL) çözmek isteyen milyonlarca insan var. Robin Sharma'da bu kitlenin duyarlı olduğu bir konuda çok doğru bir isimle şahane bir kitap yazmış. Bu bakış açısı iyi kavranmalı.

Maalesef  günümüzde hedef kitleye doğru ürünü sunan her insan övülmüyor. Hatta ve hatta hedef kitlenin özelliklerinden dolayı çoğu acımasızca eleştiriliyor da.  Alın Mehmet Ali Erbil'i inceleyin. Rivayet ediliyor ki, Türkiye'de Shakespeare'i en iyi oynayan tiyatrocuymuş. O adam bugün tv show'unda seyircilerden birinin ağzına baton salamı sokmaya çalışıyor, seyircinin donunu arkadan indiriyorsa Mehmet Ali Erbil'e seviyesiz, terbiyesiz, şeklinde saldırmadan önce üstte bahsettiğim bakış açısını kavramakta fayda var.

Üniversitede okurken, ulusal bir tv kanalındaki bir programın mizah yazarlığını yapıyordum. Bir gün tv'yi ziyaret edip yöneticilerle tanışmıştık. Üniversite genci heyecanı ve aymazlığı ile sormuştum: yahu, müthiş filmler, belgeseller, eğitici programlar var. Ancak siz arabesk şarkıcılara sabah ve akşam programları, iğrenç yarışmalar yaptırıp böyle bir gücü kötüye kullanmıyor musunuz?  TV yöneticisinden gelen cevabı asla unutmuyorum. "Ben de senin sevdiğin programları seviyor ve bu yayınlananları rezil buluyorum. Ancak bu televizyonun hedef kitlesi senin ve benim gibiler değil, sabah bakkaldan un ve bulgur alanlar, akşam yemeğinde 2 litrelik kola içenler, bütün gün tv karşısında ev işi yapan ev hanımları… Biz onlara yönelik yayınlar yapıyoruz. Sen üstüne alınma."

O günden itibaren bu tür işlerde yüzeyde görünen aktöre kızmayı bıraktım. Acun Ilıcalı, Mehmet Ali Erbil, Recep Tayyip Erdoğan ve diğer tüm başarılı insanların  yöntemlerine  dikkat kesildim. Önümüzdeki iki seçenek vardı. Ya dünyadaki tüm salaklıklar tüm adaletsizlikler, tüm rezillikler için mutsuz olup, onlarla bireysel savaşıp sonunda delireceksiniz ya da bu müthiş potansiyelden bir şekilde sebeplenmenin yolunu bulacaksınız. (İpucu veriyorum, hayat çok kısa…)

Bu arada zaten kitap okuyanlar için kişisel gelişim kitapları her yerde. Çocuk romanı diye küçümsediğimiz Alice Harikalar Diyarında'da Alice bir yol çatalında nereye gideceğini bilemeden kalır ve tavşana sorar "hangi yolu seçmeliyim"  diye.
Tavşan cevaplar:
Nereye gittiğini bilmiyorsan hangi yoldan gittiğinin ne önemi var.


Küçük Prens'de ,  bir şapka resmi gösterilip nedir bu diye sorulunca , yetişkin biri "şapka" derken, küçük çocuk, "fil yutmuş bir yılan" der.

Bazen diyorum, bu furyadan yararlanıp akarken testiyi doldurmalı mı? Örneğin "Başarılı insanların 10 özelliği" diye bir kitap yazabilirdim.  Aşağıdaki az önce uydurduğum başlıkları doldururdum bir güzel.

1) Sevdiği işi yapmak
2) Zaman Yönetimi Yapmak
3) Hedefler Koymak
4) Az uyumak
5) Hayır diyebilmek
6) Uzmanlaşmak
7) Sık Sık gülmek
8) Mutlu Aile Hayatı
9) Ellerini yıkamak
10) Dişleri fırçalamak
Şimdi sonlara doğru cıvıdığımız düşünülebilir. Aslında hayır. Hiç istatistik okumuyorsunuz demek ki. İnsanların %78,5'i, birileri ile tokalaşırken, karşısındaki kişi beyaz ve temiz dişler ile gülümsüyorsa onlara güveniyorlar. Güvenilir olmak başarının olmazsa olmaz bir kriteri. Hem kim elleri kirli biri ile iş yapmak ister ki.

Bu işte güzel para var. Hedef kitleyi daraltıp daha isabetli atışlar da yapabiliriz.  "Yeni mezun mühendislere 7 altın tavsiye"  "Girişimciler için kolay yoldan para kazanmanın 101 yolu" (1.madde kişisel gelişim kitabı yazmak), "Çocuk da yaparım kariyer de ama nasıl"…

Üstte de biraz değindiğim gibi cevaplar hep gözümüzün önündeydi aslında. Bunun için kişisel gelişim kitabı alıp tembellik yapmamıza gerek yok. O kitaplar işe yaramayacak. Kişisel gelişim kitaplarının kolpa olmayanlarındaki öğretileri gerçekten algılayabileceğiniz düzeye geldiğinizde,  bu cevaplar kitaba ihtiyacınız kalmadan gözünüzün önünde olacak. Annenizin öğüdünde, arkadaşınızın mesajında, sevgilinizin öpücüğünde, romanların satırında, yurt dışındaki şehir meydanında, her yerde. (Matrix'de ilk filmin sonunda kodları gören Neo'yu hatırlayın)

Yazının sonuna gelmişken anlattıklarımızı özetle şöyle de ifade edebiliriz:  Kişisel gelişim kitaplarının kolpa olmayanları, vadettiklerini veren, işe yarayan, faydalı kitaplardır. Ancak faydaları yalnızca bu kitapları okumasına gerek olmayan insanlarca anlaşılabilir.
devamını oku

1 Şubat 2015 Pazar

Pazar, Şubat 01, 2015 - No comments

BYOD

IT aleminde sıkça konuşulan bir kısaltma daha. BYOD (biyod diye okuyoruz) yani "Bring Your Own Device" yani "Kendi cihazını getir" yani "çalışanından bir telefonu dahi esirgemek "    (mi acaba?) Ben kısaltmanın harflerine uygun olması amacı ile "Bilgisayarın Yanında Olsun Daima" diye Türkçe bir karşılık da uydurdum. (evet tutmaz bu)
BYOD da bütün olarak hemen hazmedilemeyen ama ufak ufak, lokma lokma hepimizin tadını aldığı kavramlardan biri.  Aynı, aslında 15 senedir Hotmail'den Yahoo'ya tüm bulut olanaklarını kullanıp, iş para ödemeye gelince, bulut ne ki şimdi, verilerin dışarıda ne gereği var demek gibi BYOD'la da iç içeyiz 3-5 senedir.

BYOD'un ilk tanımı biraz itici olabiliyor. İlk paragraftaki gibi algılamalara yol açabiliyor. BYOD yapan bir firma yeni işe başlayan bir çalışanına, telefon/bilgisayar vermez, kendi cihazını getir der. Çalışanın akıllı telefonunu (Android/Apple/Windows/BlackBerry…)  MDM (Mobil Device Management) yazılımı ile merkezi sisteme kayıt eder ve o telefondan kurumsal e-mail ve ilgili uygulamalara güvenli erişim sağlar.  Çalışanın notebook ya da tabletine aynı şekilde içerideki masaüstü sanallaştırma yazılımı ile kurumsal ve sanal bir işletim sisteminin çalışmasını ya da işletim sistemi boyutunda olmasa da güvenli bir portale erişip, iş ihtiyaçlarını web tarayıcılar ile karşılamasını sağlar.

Niye böyle yapar?

Bu sayede sürekli donanım almak, onları güncel tutmak, her yeni başlayan çalışan için sipariş, kurulum, ayarlar, vbg onlarca zaman ve maliyet içeren süreçlerden kurtulur. Donanım maliyetlerinden yapılan tasarrufla BYOD yazılımları alınır :) Tüm veriler aslında çalışan bilgisayarlarında değil şirket sunucularındadır, dolayısı ile veri güvenliği en yüksek seviyeye getirilir. Sistem yazılım tabanlı olduğu için donanım problemleri, çalınma vb her türlü risk elimine edilir. İlgili bilgilere her türlü cihazdan güvenli erişim sağlanır. Çalışanın kurumun verdiği notebook ve telefonu beğenmeyip motivasyonunun düşmesi engellenir, çünkü çalışan kendi bildiği cihazı kullanmaya devam ediyordur. Ceplerinde 2 telefon, piller, şarj cihazları vb aparatlarla  tam teşekkülü muhabir gibi gezmesinin önüne geçilir. Sisteme kullanıcılar çok hızlı eklenip çıkartılabilir.

Faydalar malum ama ilk duyulduğunda "nassı yaa?" "notebook, telefon vermiyorlar mı hakkaten" , "nası firma lan bunlar" benzeri hissiyatlar yarattığı için bizim kültürümüze biraz ters gibi.  Ancak ülkemizde hakkıyla tam teşekküllü BYOD uygulaması pek olmasa da aslında temel BYOD teknolojileri sıklıkla projelendirilir.

Kendi cihazınızdan çalıştığınız firmanın e-maillerini görebiliyor musunuz? Tebrikler siz de bir çeşit BYOD yapıyorsunuz aslında. Ya da web tabanlı iş yazılımınıza kurum dışında erişebiliyorsanız gene BYOD yaptınız diyebiliriz. Düşünsenize firmanız size daha önce kullanmadığınız abuk bir telefon vereceğine, şu an kullandığınız Iphone'unuzun/Samsung'unuzun/Lumia'nızın data paketini verseydi daha mutlu olmaz mıydınız?  "Ya akıllı telefonumuz yoksa?" dediğinizi duyar gibiyim. BYOD'u kesin kuralları olan bir yönetmelik gibi görmemeniz gerekli. Bu da BYOD kapsamında bir seçenek aslında. Size şirket e-maillerinize kendi telefonunuzda erişim hakkı ve artıları sunulur. Kabul ederseniz kendi telefonunuzu kullanır, etmezseniz kurumun sunduğu telefona razı olabilirsiniz. Asıl odak noktası, kurumun olmayan bir cihazdan, kurum bilgilerine güvenli erişimi sağlayacak teknolojiyi kuruyor olmak. Yani "nasıl yani, telefon vermiyorlar mı" geyikleri bu işin magazini.
BYOD altındaki teknolojiler çok fazla. Meraklıları için MDM(Mobile Device Management), Server/Desktop/Application Virtulization, NAC(Network Access Control), Network/Sistem Management/  gibi temel teknolojileri araştırmalarını öneririm. Zaten kurumsal bir firmada çalışıyorsanız mutlaka bunlardan biri ile haşır neşir olmuş ya da olmak üzeresinizdir.

Tabi konuya girdikçe bir çok alt başlık önünüze çıkacak.  Örneğin hangi cihazlara ne kadar destek verilecek kritik bir konu. Bende Blackberry Bold var e-maillerimi alamıyorum, IPAD 2 'm var, CRM'e giremiyorum…  Bu tip sorulara hazırlıklı olmak, destek sınırlarını belirlemek önemli bir başarı faktörü.

Konuya ilgi duyanlar için  şu sıralar çok sık yaptığımız, Office 365 projelerine BYOD çerçevesinden bakalım.  Office 365 çoğunuzun bildiği gibi Microsoft'un belirli ürünlerinin buluttan ya da bulut ile entegre kullanıldığı bir hizmetler bütünü.  1) Office 365 ile tüm kurum e-postaları Exchange Online'a yani buluta taşıyoruz. Böylece e-postalara hem  kurum güvenlik politikaları doğrultusunda (DLP özelliği ile) hem de hem cihaz bağımsız her yerden erişebiliyorum. 2) Sharepoint Online bünyesinde bulutta sınırsız bir onedrive alanı ve kurum portali ile kurum sosyal ağına üyelik vererek, kurum ile ilgili her türlü bilgi, doküman ve iletişim hakkına, gene cihaz bağımsız, her yerden kavuşuyorum. Portal'e ya da dokümanlara cihazımdaki tarayıcı ya da o cihaza uygun uygulamadan erişebiliyorum. 3) Lync adlı iletişim çözümü ile kurumumun santrali ile entegre, Android, Apple ya da Windows işletim sistemleri akıllı telefonlarımı,  kurumsal hattım  gibi kullanabiliyorum. Akıllı telefonumdaki Lync uygulaması,  kurumumun santraline bağlı dahili telefonum gibi çalışıyor. Yurt dışına bile çıksam, internet bulduğum yerde Türkiye'deki dahili telefonum yanımda oluyor. Lync ile yazılı/sesli/görüntülü iletişim kurabiliyorum.   Özetle  kurumumda yeni başlayan bir çalışana sadece bir kullanıcı adı/parola verip, güvenlik rollerini tanımlayarak, kurumsal e-postalar, kurum portali, dokümanları, iş süreçleri, kurumsal sosyal ağa ve en önemlisi de dahili telefonuna her türlü cihazdan güvenli erişmesini sağlayabiliyorum.

Çok açık ki önümüzdeki zamanlarda BYOD'u daha sık duyacağız. Çünkü sosyal hayattan  iş hayatına, üretimden satışa, herkes, her şey bizi daha verimli olmaya zorluyor. Daha az girdi daha çok çıktı. Bu vizyonun temellerinden biri BYOD. Yani sistemini merkezileştir, sanallaştır, bulutla entegre et, donanım bağımsız çalıştır.
devamını oku

16 Ocak 2015 Cuma

Cuma, Ocak 16, 2015 - No comments

Konuya Gelişlerine Göre Satıcı Tipleri

Müşterileri çay ısmarlama şekillerine göre ayırdık. Hatta burayı okuyan birkaç müşterim şaka yollu takıldı, biz hangisine giriyoruz diye. Şimdi biraz da iğneyi kendimize batıralım ve satıcıları konuya geliş şekillerine göre ayıralım.

Meteorolog Satıcı
Satıcı: Merhaba nasılsınız?
Müşteri: İyiyim sağolun siz?
Satıcı: Teşekkürler biz de iyiyiz…
Müşteri: …
Satıcı: …
Müşteri: ...
Satıcı: Havalar da soğudu iyice :)
Müşteri: Hmm evet öyle oldu.
Satıcı: Taksiden buraya 10 mt'lik yolda donduk valla
Müşteri: Dikkat etmek lazım tabi.
Satıcı: Oysa 3 gün önce ne kadar sıcaktı hava, akşam tshirtle dolaşıyorduk. Birden ne olduysa
Müşteri: Di mi di mi?
Satıcı: Bir tanıdığım avustralya'da. Şimdi denize giriyorlarm…
Müşteri: (oyyy)
Bütçeciler
(tanıştıktan 5 dk sonra)
Satıcı: Ahmet Bey ne kadar bütçeniz var?
Müşteri: Sizin?
Satıcı: Benim mi?
Müşteri: Evet ne kadar maaş alıyorsunuz mesela?
Satıcı: Nası, ne alaka?
Müşteri: E siz başlattınız. Ben param kadar ürün istemiyorum ki. Bütçeyi boş ver, çözüm sun.
Satıcı: Gulp! (eh sonra pahalı dersen sorarım sana)

Erken boşalanlar
Müşteri:…Dolayısı ile ihtiyacımız budur
Satıcı - O zaman 50 adet mi sipariş geçelim?
Müşteri: (Whooaa, ucurdun beni yabancı) 

Geç Gelenler
Müşteri: Dolayısı ile bunu bir an önce çözmemiz gerekiyor. (parmaklarla yapılan iğrenç tırnak işareti). Biran önce.
Satıcı: O zaman bir demo yapalım ilk olarak
Müşteri: (bir içki alır mıyız)
---
Müşteri: Dolayısı ile bunu bir an önce çözmemiz gerekiyor. Bir an önce.
Satıcı: Bir de alternatif olarak şöyle bir çözüm de oluşturulabilir o zaman.
Müşteri : (ben de alternatif bir satıcı bulayım hemen)

Memleketçiler
Satıcı: Sizin memleket neresi?
Müşteri: Bursa
Satıcı: Ooo, benim eşim Bursalı. Uludağ'a çıkarız her sene. Gidiyor musunuz Bursa'ya?
Müşteri: Eh arada bir.
Satıcı: Yalnız iskender kebap için dahi gidilir her ay.
Müşteri: Artık her yerde var şubesi..
Satıcı: Eşinizde mi Bursalı?
Müşteri: (Offf) Yok o Çanakkaleli
Satıcı: Oo, Çanakkale de çok güzel memleket. Çok güzel peynir tatlısı yapıyorlar. Kadir Usta'yı sever misiniz?
Müşteri: Ustayla çok samimi değiliz ama tatlılarını seviyoruz.
Satıcı: Ehee. Bizim Çanakkaleli bir arkadaşımız var, yazlığı var deniz kenarınd….
Müşteri: (sekretere nasıl gizlice alarm verebilirim?)

Telegolcüler
...
Satıcı: Dün akşam maçı seyrederken arkadaşlarla yiyip içtik, camdan bayrak sallamalar falan. valla zor kalktım sabah.
Müşteri: Hmm, güzel.
Satıcı: Siz seyrettiniz mi?
Müşteri: Evet
Satıcı: Hangi takımı tutuyorsunuz bu arada.
Müşteri: Galatasaray
Satıcı: (tüh, o zaman neden lacilere sarı kravat taktın be adam) Ehe, aslında Galatasaray iyi oynadı ama futbol biraz da şans oyunu.
Müşteri: Ya ya..

Konuya Gelemiyesiceler
Satıcı: Bu ürünümüzün personel takibi özelliği de çok kullanılır, şöyle ki.
Müşteri: Selim Bey, o özellikle hiç ilgilenmiyoruz, bize sadece turnike geçiş sistemi lazım
Satıcı: Tamam Melih Bey hızlıca geçeyim o zaman burayı….
...
Satıcı: Puantajları hesaplarken mevzuata uygun olarak
Müşteri:  Selim Bey, puantaj da yapmayacağız, sadece bir turnike ve parmak izi okuyucu lazım.
Satıcı: Ama puantaj yapmadan nasıl olacak, peki IK uygulamaları, kariyer yönetimi
Müşteri:  Selim Bey, onları da istemiyoruz, çok basit, bir turnike olacak, parmağını okutan geçecek. Çok basit, yapabiliyor mu bunu sizin ürününüz.
Satıcı: Hmmm. Onu yapamıyor ama bakın şimdi şöyle bir şey var.
Müşteri: (Öeeeh)

Umut Tacirleri
Müşteri: Peki sonlu kapasite planlama yapıyor mu yazılım?
Satıcı: Yapmaz mı ya. Sonsuz bile yapıyor bizimki.
Müşteri: Sonsuz yapmak kolay beyefendi asıl sonlu kapasite, yani kısıtlı kaynaklara göre planlama mühim.
Satıcı: Haa, tabi sonlu da yapıyor. Her tür kapasite planlama yaparız ona hiç takılmayın.
Müşteri: Arif Işık mıydı sizin isim?
(yapamadı)
devamını oku

14 Ocak 2015 Çarşamba

Çarşamba, Ocak 14, 2015 - No comments

Doküman Yönetimi - (Dökümın Menecmınt)

Tanımlar: DYS: Doküman Yönetim Sistemi: Bir kurumdaki tüm elektronik/fiziki dokümanların kullanıcıların yetkileri ölçüsünde güvenli olarak dolaşımı, kullanımı, değişimi ve saklanması ve bağlı konuların çözüldüğü yazılımlar.

Her firmanın ihtiyacı olan mamafih neredeyse hiçbir firmanın çözemediği gizemli bilişim konularından biri doküman yönetim sistemleri.

Doküman yönetim sistemleri aynı kişisel gelişim kitaplarına benziyor. Müthiş şeyler anlatıyorlar, faydaları çok net belli ama olmuyor işte bir türlü. Yapamıyoruz kitaptaki gibi.

Çok farklı markalardaki doküman yönetim sistemleri ile tecrübelerim oldu. Bir çok da proje yaptım. Tüm müşterilerinin ağzında bir keçiboynuzu tadı. Güzel mi değil mi, iyi mi oldu kötü mü belli değil.

Bu yanılsamanın sebebi belli aslında. DYS'ler de aslında diğer tüm yazılım projeleri gibi sadece yazılımsal bir süreç değil. İnsani faktörler de önemli. Hatta işin konusuna özel DYS'lerde insan faktörü yazılımdan daha önemli. Nasıl ki tüm yollarımızda yaya geçidi varsa ve hiçbiri amacına uygun kullanılmıyorsa DYS de böyle.

Eskiden  beri belirli sistematiği olan, muhaberatın olduğu yapılarda evrak yönetim sistemleri çalışıyor. Dış dünyadan gelen bir evrak taranıp ilgili birime iletiliyor elektronik ortamda. Ancak bunun adı Doküman yönetim sistemi değil tabi ki.  Çünkü doküman yönetim sistemleri sadece gelen basılı evrakları değil, tüm dokümanları da içeriyor.

Yani bir excel oluşturup, potansiyel müşteriler yazıp, bunu 20 tane satıcıya gönderip, onlardan gelen 20 tane excel'i tek excel'e çevirip saklamak da bu işin konusu.  Bir sözleşme oluşturup, dosya isminin bir süre sonra "sozleşme_son.docx" , "sozleşme_enson.docx" , "sozleşme_enson_aralık.docx" , "sozleşme_enson_aralık_son.docx"   şekillerine dönüşerek onlarca farklı dokümanla boğuşmak da bu işin konularından.

Hep kullanıcılar dedik ama kullanıcıların penceresinden de bakmak lazım biraz. Bir doküman oluştururken, ahret soruları soran, binbir naz ile oluşturmaya izin veren, devasa, statik, ağır abi sistemler; eğer Bir kamu kurumunda her gün önünüzdeki evrakı imzalayan bir memursanız, çalışmakla birlikte, dinamik bir iş yapıyorsanız, telefonlarınız çalıyor, yerinizden kalkıp mobil oluyorsanız işe yaramıyor.

Bu sebeple seçeceğiniz çözüm de organik olmalı. Organik yazılım , yazılımcıların tüm kodlama süreci boyunca organik süt, tahıl ve tavuklarla beslendiği yazılım değil tabi ki. Organik yazılım ile kast edilen, kullanıcı davranış ve refleksleri ile uyumlu, canlı sistem ile bütünleşik, kullanıcının bir parçası gibi hareket eden, iş hayatının hızına ve kaosuna uyum sağlayan bir yazılım. "ah nerde efenim öyle yazılım" dediğinizi duyar gibiyim. Arayan bulur deyip konunun meraklılarını bir sunumuma yönlendiriyorum.

devamını oku