7 Şubat 2015 Cumartesi

Cumartesi, Şubat 07, 2015 - , No comments

Kişisel Gelişim Kitapları (Bu işte Güzel Para Var)

Gelin yamacıma bakın neler anlatıcam. Sen sen, işyerindeki masanda hep görünür yerde sürekli birkaç kişisel gelişim kitabı tutan messai, sen de gel. Ferrarisini Satan Bilgeler, The Secret'cılar, "X insan olmanın 10 yolu" müridleri,  hepiniz gelin.

Merak etmeyin, kişisel gelişim kitapları ile doğrudan dalga geçip yüzeysel yorumlar yapmayacağım. Öncelikle kişisel gelişim kitapları ile olan ilişkimden başlayayım. Kişisel gelişim kitaplarına "Salak mısınız kardeşim, para tuzağı bunlar" şeklinde ön yargılı yaklaşan biri  değilim.  Ancak gene de aramızda mesafeli bir ilişki var.

İlk sloganım şu: Kişisel gelişim kitaplarını okuyup, söylenenleri özümseyip, bu doğrultuda hayatınızda olumlu değişiklikler yapmanız  mümkün. 

Ama hayatım, sen maalesef öyle bir değişiklik yapamayacaksın.

Sakin ol, hepsini anlatacağım:

Çeşit çeşit kişisel gelişim kitabı var. Genelde bu kitapların makbul olanları, hayatın sırlarını sana direkt olarak maddeler halinde verenler değil, kitaba, hikayeye, kıssalara, karakterlere, olaylara, azar azar yedirenler, simgesel anlatımın kolpalarından yararlananlardır ve çoğunun içinde bu anlamda bir olay örgüsü, bir hikaye, bir giriş-gelişme -sonuç bulunur. Ne kadar basitse o kadar tutar. Anasının her gün onu işe gönderirken "allah zihin açıklığı versin yavrum" lafını takmayan messaimiz, kitaptaki  "open your mind" sloganı ile heyecanlanır.

Hepsi de "sevdiğin işi yap" diyor. E ben günde en az 2 film, 3 dizi seyredip, en az 4 saatlik oyun oynayacağım bir iş göremiyorum etrafta. KPSS'ye girdik orda da yok. Hmm sanırım yanlış bir yerde yanlış soruları soruyorum.

Bu kitaplar en kolpa olanından az kolpa olanına doğru bir skala oluşturuyor. Az kolpa olanlar az okunurken, çok kolpa olanlar çok okunuyor. (Neredeyse tüm ticari ürünlerde olduğu gibi)

Mesela "Ferrarisini Satan Bilge"yi inceleyelim. Okumayanlar bile ismini biliyor, ne kadar isabetli bir kitap ismi değil mi? Sanırım içine keloğlan masalları bile yazılsa olurmuş. Bu kitap ilk çıktığında (10 sene mi olmuş, piiuu!) nerden buldum bilmiyorum okudum 1-2 günde. Daha önce de bir çok benzer kişisel gelişim kitabı okuduğum için objektif  bir karşılaştırma yapabildiğimi düşünüyorum. Rahatlıkla diyebilirim ki Ferrari'sini Satan Bilge  bu kolpa skalasındaki en alt noktayı temsil ediyor. Çanak sorular, kötü bir edebiyat ve rezil bir mizah ile iki kişinin konuşmalarından ibaret bu kitabı okumak yerine, sokağınızdaki inşaatı yarım saat seyrederseniz  kendiniz, memleket, dünya, evren ve her şeye dair daha tatmin edici yanıtlar bulabilirsiniz.

Esasında Ferrarisini Satan Bilge'den bile alınacak dersler var ancak çok üzgünüm ki, sen;  bu kitabı binbir umutla satın alan ve muhtemelen iş hayatının hiyerarşisinde boğulan sen,  bütün zorlukların çözümünü, drajeler halinde satın alıp yutmak isteyen zavallı messai. Üzgünüm ama bu kolaycılığın devam ettikçe hiçbir zaman kişisel gelişimini tamamlayamayacak ve daima güdük kalacaksın. Sen daha dur, şimdilik kitabın parası olan 10 tl ve zaten sürekli geçirmeye çalıştığın bir miktar zamanın gitti, bak daha ileride başına neler gelecek…

Bu kitaptan (ve benzerlerinden) çıkarılacak en önemli derslerden biri yazarı Robin Sharma’nın zekasıdır. Hedef kitleye doğru ürünü verip voliyi vuran insanları çok takdir ediyorum. Hayatındaki dertleri belirli bir para verip (bu kitap için 10 TL) çözmek isteyen milyonlarca insan var. Robin Sharma'da bu kitlenin duyarlı olduğu bir konuda çok doğru bir isimle şahane bir kitap yazmış. Bu bakış açısı iyi kavranmalı.

Maalesef  günümüzde hedef kitleye doğru ürünü sunan her insan övülmüyor. Hatta ve hatta hedef kitlenin özelliklerinden dolayı çoğu acımasızca eleştiriliyor da.  Alın Mehmet Ali Erbil'i inceleyin. Rivayet ediliyor ki, Türkiye'de Shakespeare'i en iyi oynayan tiyatrocuymuş. O adam bugün tv show'unda seyircilerden birinin ağzına baton salamı sokmaya çalışıyor, seyircinin donunu arkadan indiriyorsa Mehmet Ali Erbil'e seviyesiz, terbiyesiz, şeklinde saldırmadan önce üstte bahsettiğim bakış açısını kavramakta fayda var.

Üniversitede okurken, ulusal bir tv kanalındaki bir programın mizah yazarlığını yapıyordum. Bir gün tv'yi ziyaret edip yöneticilerle tanışmıştık. Üniversite genci heyecanı ve aymazlığı ile sormuştum: yahu, müthiş filmler, belgeseller, eğitici programlar var. Ancak siz arabesk şarkıcılara sabah ve akşam programları, iğrenç yarışmalar yaptırıp böyle bir gücü kötüye kullanmıyor musunuz?  TV yöneticisinden gelen cevabı asla unutmuyorum. "Ben de senin sevdiğin programları seviyor ve bu yayınlananları rezil buluyorum. Ancak bu televizyonun hedef kitlesi senin ve benim gibiler değil, sabah bakkaldan un ve bulgur alanlar, akşam yemeğinde 2 litrelik kola içenler, bütün gün tv karşısında ev işi yapan ev hanımları… Biz onlara yönelik yayınlar yapıyoruz. Sen üstüne alınma."

O günden itibaren bu tür işlerde yüzeyde görünen aktöre kızmayı bıraktım. Acun Ilıcalı, Mehmet Ali Erbil, Recep Tayyip Erdoğan ve diğer tüm başarılı insanların  yöntemlerine  dikkat kesildim. Önümüzdeki iki seçenek vardı. Ya dünyadaki tüm salaklıklar tüm adaletsizlikler, tüm rezillikler için mutsuz olup, onlarla bireysel savaşıp sonunda delireceksiniz ya da bu müthiş potansiyelden bir şekilde sebeplenmenin yolunu bulacaksınız. (İpucu veriyorum, hayat çok kısa…)

Bu arada zaten kitap okuyanlar için kişisel gelişim kitapları her yerde. Çocuk romanı diye küçümsediğimiz Alice Harikalar Diyarında'da Alice bir yol çatalında nereye gideceğini bilemeden kalır ve tavşana sorar "hangi yolu seçmeliyim"  diye.
Tavşan cevaplar:
Nereye gittiğini bilmiyorsan hangi yoldan gittiğinin ne önemi var.


Küçük Prens'de ,  bir şapka resmi gösterilip nedir bu diye sorulunca , yetişkin biri "şapka" derken, küçük çocuk, "fil yutmuş bir yılan" der.

Bazen diyorum, bu furyadan yararlanıp akarken testiyi doldurmalı mı? Örneğin "Başarılı insanların 10 özelliği" diye bir kitap yazabilirdim.  Aşağıdaki az önce uydurduğum başlıkları doldururdum bir güzel.

1) Sevdiği işi yapmak
2) Zaman Yönetimi Yapmak
3) Hedefler Koymak
4) Az uyumak
5) Hayır diyebilmek
6) Uzmanlaşmak
7) Sık Sık gülmek
8) Mutlu Aile Hayatı
9) Ellerini yıkamak
10) Dişleri fırçalamak
Şimdi sonlara doğru cıvıdığımız düşünülebilir. Aslında hayır. Hiç istatistik okumuyorsunuz demek ki. İnsanların %78,5'i, birileri ile tokalaşırken, karşısındaki kişi beyaz ve temiz dişler ile gülümsüyorsa onlara güveniyorlar. Güvenilir olmak başarının olmazsa olmaz bir kriteri. Hem kim elleri kirli biri ile iş yapmak ister ki.

Bu işte güzel para var. Hedef kitleyi daraltıp daha isabetli atışlar da yapabiliriz.  "Yeni mezun mühendislere 7 altın tavsiye"  "Girişimciler için kolay yoldan para kazanmanın 101 yolu" (1.madde kişisel gelişim kitabı yazmak), "Çocuk da yaparım kariyer de ama nasıl"…

Üstte de biraz değindiğim gibi cevaplar hep gözümüzün önündeydi aslında. Bunun için kişisel gelişim kitabı alıp tembellik yapmamıza gerek yok. O kitaplar işe yaramayacak. Kişisel gelişim kitaplarının kolpa olmayanlarındaki öğretileri gerçekten algılayabileceğiniz düzeye geldiğinizde,  bu cevaplar kitaba ihtiyacınız kalmadan gözünüzün önünde olacak. Annenizin öğüdünde, arkadaşınızın mesajında, sevgilinizin öpücüğünde, romanların satırında, yurt dışındaki şehir meydanında, her yerde. (Matrix'de ilk filmin sonunda kodları gören Neo'yu hatırlayın)

Yazının sonuna gelmişken anlattıklarımızı özetle şöyle de ifade edebiliriz:  Kişisel gelişim kitaplarının kolpa olmayanları, vadettiklerini veren, işe yarayan, faydalı kitaplardır. Ancak faydaları yalnızca bu kitapları okumasına gerek olmayan insanlarca anlaşılabilir.
devamını oku

1 Şubat 2015 Pazar

Pazar, Şubat 01, 2015 - No comments

BYOD

IT aleminde sıkça konuşulan bir kısaltma daha. BYOD (biyod diye okuyoruz) yani "Bring Your Own Device" yani "Kendi cihazını getir" yani "çalışanından bir telefonu dahi esirgemek "    (mi acaba?) Ben kısaltmanın harflerine uygun olması amacı ile "Bilgisayarın Yanında Olsun Daima" diye Türkçe bir karşılık da uydurdum. (evet tutmaz bu)
BYOD da bütün olarak hemen hazmedilemeyen ama ufak ufak, lokma lokma hepimizin tadını aldığı kavramlardan biri.  Aynı, aslında 15 senedir Hotmail'den Yahoo'ya tüm bulut olanaklarını kullanıp, iş para ödemeye gelince, bulut ne ki şimdi, verilerin dışarıda ne gereği var demek gibi BYOD'la da iç içeyiz 3-5 senedir.

BYOD'un ilk tanımı biraz itici olabiliyor. İlk paragraftaki gibi algılamalara yol açabiliyor. BYOD yapan bir firma yeni işe başlayan bir çalışanına, telefon/bilgisayar vermez, kendi cihazını getir der. Çalışanın akıllı telefonunu (Android/Apple/Windows/BlackBerry…)  MDM (Mobil Device Management) yazılımı ile merkezi sisteme kayıt eder ve o telefondan kurumsal e-mail ve ilgili uygulamalara güvenli erişim sağlar.  Çalışanın notebook ya da tabletine aynı şekilde içerideki masaüstü sanallaştırma yazılımı ile kurumsal ve sanal bir işletim sisteminin çalışmasını ya da işletim sistemi boyutunda olmasa da güvenli bir portale erişip, iş ihtiyaçlarını web tarayıcılar ile karşılamasını sağlar.

Niye böyle yapar?

Bu sayede sürekli donanım almak, onları güncel tutmak, her yeni başlayan çalışan için sipariş, kurulum, ayarlar, vbg onlarca zaman ve maliyet içeren süreçlerden kurtulur. Donanım maliyetlerinden yapılan tasarrufla BYOD yazılımları alınır :) Tüm veriler aslında çalışan bilgisayarlarında değil şirket sunucularındadır, dolayısı ile veri güvenliği en yüksek seviyeye getirilir. Sistem yazılım tabanlı olduğu için donanım problemleri, çalınma vb her türlü risk elimine edilir. İlgili bilgilere her türlü cihazdan güvenli erişim sağlanır. Çalışanın kurumun verdiği notebook ve telefonu beğenmeyip motivasyonunun düşmesi engellenir, çünkü çalışan kendi bildiği cihazı kullanmaya devam ediyordur. Ceplerinde 2 telefon, piller, şarj cihazları vb aparatlarla  tam teşekkülü muhabir gibi gezmesinin önüne geçilir. Sisteme kullanıcılar çok hızlı eklenip çıkartılabilir.

Faydalar malum ama ilk duyulduğunda "nassı yaa?" "notebook, telefon vermiyorlar mı hakkaten" , "nası firma lan bunlar" benzeri hissiyatlar yarattığı için bizim kültürümüze biraz ters gibi.  Ancak ülkemizde hakkıyla tam teşekküllü BYOD uygulaması pek olmasa da aslında temel BYOD teknolojileri sıklıkla projelendirilir.

Kendi cihazınızdan çalıştığınız firmanın e-maillerini görebiliyor musunuz? Tebrikler siz de bir çeşit BYOD yapıyorsunuz aslında. Ya da web tabanlı iş yazılımınıza kurum dışında erişebiliyorsanız gene BYOD yaptınız diyebiliriz. Düşünsenize firmanız size daha önce kullanmadığınız abuk bir telefon vereceğine, şu an kullandığınız Iphone'unuzun/Samsung'unuzun/Lumia'nızın data paketini verseydi daha mutlu olmaz mıydınız?  "Ya akıllı telefonumuz yoksa?" dediğinizi duyar gibiyim. BYOD'u kesin kuralları olan bir yönetmelik gibi görmemeniz gerekli. Bu da BYOD kapsamında bir seçenek aslında. Size şirket e-maillerinize kendi telefonunuzda erişim hakkı ve artıları sunulur. Kabul ederseniz kendi telefonunuzu kullanır, etmezseniz kurumun sunduğu telefona razı olabilirsiniz. Asıl odak noktası, kurumun olmayan bir cihazdan, kurum bilgilerine güvenli erişimi sağlayacak teknolojiyi kuruyor olmak. Yani "nasıl yani, telefon vermiyorlar mı" geyikleri bu işin magazini.
BYOD altındaki teknolojiler çok fazla. Meraklıları için MDM(Mobile Device Management), Server/Desktop/Application Virtulization, NAC(Network Access Control), Network/Sistem Management/  gibi temel teknolojileri araştırmalarını öneririm. Zaten kurumsal bir firmada çalışıyorsanız mutlaka bunlardan biri ile haşır neşir olmuş ya da olmak üzeresinizdir.

Tabi konuya girdikçe bir çok alt başlık önünüze çıkacak.  Örneğin hangi cihazlara ne kadar destek verilecek kritik bir konu. Bende Blackberry Bold var e-maillerimi alamıyorum, IPAD 2 'm var, CRM'e giremiyorum…  Bu tip sorulara hazırlıklı olmak, destek sınırlarını belirlemek önemli bir başarı faktörü.

Konuya ilgi duyanlar için  şu sıralar çok sık yaptığımız, Office 365 projelerine BYOD çerçevesinden bakalım.  Office 365 çoğunuzun bildiği gibi Microsoft'un belirli ürünlerinin buluttan ya da bulut ile entegre kullanıldığı bir hizmetler bütünü.  1) Office 365 ile tüm kurum e-postaları Exchange Online'a yani buluta taşıyoruz. Böylece e-postalara hem  kurum güvenlik politikaları doğrultusunda (DLP özelliği ile) hem de hem cihaz bağımsız her yerden erişebiliyorum. 2) Sharepoint Online bünyesinde bulutta sınırsız bir onedrive alanı ve kurum portali ile kurum sosyal ağına üyelik vererek, kurum ile ilgili her türlü bilgi, doküman ve iletişim hakkına, gene cihaz bağımsız, her yerden kavuşuyorum. Portal'e ya da dokümanlara cihazımdaki tarayıcı ya da o cihaza uygun uygulamadan erişebiliyorum. 3) Lync adlı iletişim çözümü ile kurumumun santrali ile entegre, Android, Apple ya da Windows işletim sistemleri akıllı telefonlarımı,  kurumsal hattım  gibi kullanabiliyorum. Akıllı telefonumdaki Lync uygulaması,  kurumumun santraline bağlı dahili telefonum gibi çalışıyor. Yurt dışına bile çıksam, internet bulduğum yerde Türkiye'deki dahili telefonum yanımda oluyor. Lync ile yazılı/sesli/görüntülü iletişim kurabiliyorum.   Özetle  kurumumda yeni başlayan bir çalışana sadece bir kullanıcı adı/parola verip, güvenlik rollerini tanımlayarak, kurumsal e-postalar, kurum portali, dokümanları, iş süreçleri, kurumsal sosyal ağa ve en önemlisi de dahili telefonuna her türlü cihazdan güvenli erişmesini sağlayabiliyorum.

Çok açık ki önümüzdeki zamanlarda BYOD'u daha sık duyacağız. Çünkü sosyal hayattan  iş hayatına, üretimden satışa, herkes, her şey bizi daha verimli olmaya zorluyor. Daha az girdi daha çok çıktı. Bu vizyonun temellerinden biri BYOD. Yani sistemini merkezileştir, sanallaştır, bulutla entegre et, donanım bağımsız çalıştır.
devamını oku